Giyotin yılı 1980




Miladi takvimin 1980'li yılları 1 Ocak 1980'de saat 00.01'de başlar; 31 Aralık 1989'da saat 00.00'da biter. Türkiye'deyse başka başlangıçlar vardır: 2 Ocak'ta askerlerin sivil yönetime yazdığı söylenen ihtar mektubu daha sonraki bir başlangıcın bir peşrevidir. 24 Ocak'ta alınan ekonomik kararlar, Türkiye'nin o zamana kadar IMF ile yaptığı sözleşmelerin bir tekrarı gibi görünür, ama öyle olmadığı 1980'ler ilerledikçe görülür. Aynı yıl içinde, o güne kadar Türkiye'yle IMF arasında yapılan sözleşmelerin tamamlanmasına izin vermeyen bütün engeller, bir başka başlangıç gününde, 12 Eylül 1980'de bir askeri darbeyle kaldırılacaktır çünkü. 24 Ocak/12 Eylül 1980, takvimde farklı görünse de aslında aynı gündür: Hem büyük bir dönüşüme doğru yelken açılan, hem de arzulanan dönüşümün olası engellerinin kaldırılacağı hamlenin yapıldığı bir kesinti günü.
1980'e girildiğinde Türkiye akışkan bir haldeydi. Binlerce genç silahlanmış, birbirine karşı mevzilenmişti. Sokaklarda her gün kan akıyordu. Demek ki gözyaşı akıyordu. Kırlardan kentlere onbinler göç halindeydi. 1980 yazında, başlayacağım orta üçüncü sınıfa hazırlık yapmak için Çengelköy'den Topkapı'ya, şimdi park haline getirilen Trakya Garajı'nın arkasındaki bir sanayi sitesinde çıraklığa gidiyordum. Çengelköy sırtları ağaçlık, koruluk, bağ bahçeydi. Evlerin kapısı kilitlenmezdi; mahallede tek tük bulunan otomobillerin, kamyonetlerin de öyle. Çok az evde televizyon vardı. Çok az saatte yayın vardı. Her yerde gecekondular yapılıyordu. Okulların açılmasına kaç gün vardı bilmiyorum. Henüz işe gidiyordum. Bir cuma sabahı işe gitmek için evden çıktım. Ünlü 6.45 vapuruna binecektim. Şimdi korunaklı bir site olan bir çamlık alana vardığımda, sayısız askeri silah çatmış otururken gördüm. Nöbetteki er silahını doğrulttu: "Evine dön, çabuk." İşe gitmem lazımdı. "İş miş yok, evine dön." Döndüm. Kim çıktıysa döndü. Babalar, ağabeyler radyo başına oturdu. Fırsatını bulanlar, televizyonlu evlere geçti. Her evde radyo vardı, ama çok az evde televizyon olurdu. Bütün çıraklar evlere yakın arsalarda oyun peşindeydik. Her muhitte, her evin yanıbaşında geniş boş arsalar vardı. Misket, gazozkapağı, top oynanırdı. Askerler kimi evlere girdi, kimine girmedi. Kimi bizi içeri sokturdu, kimi ses etmedi. Mahallede kimileri kaygılıydı, kimileri de neşeliydi. Bir işçi çocuk için mutlu bir gündü. Kaygılı anne babalar için de öyle.

Dönüşüm, 24 Ocak kararlarında öngörülen ekonomik modelin, dolayısıyla da ekonomik egemenliğin siyaset dahil her şeyi belirlediği bir topluma doğrudur. Kesinti de bu dönüşümü sağlayabilmek üzere parlamentodan en küçük siyasi örgütlenmeye, üniversitesinden kahvehaneye ve elbette aileye kadar her yere müdahale etmeye hazırlanan ordunun 12 Eylül sabahına karşı vurduğu giyotinle gelir.

Kenan Evren'in sesini her yerde duyar olduk. Ne yaptıklarını, neden yaptıklarını anlatıyordu. Her gün akan kanı, o kanı nasıl durdurduklarını. Sahi durmuş muydu? Sahi, o kan akarken neredeydiler, sonradan, yine 1980'ler bitmeden Süleyman Demirel soracaktu bu soruyu Kenan Evren'e: "Sen 12 Eylül'den önce Antalya Tapu Kadastro Müdürü müydün de kana engel olmadın?" Bu soru, 12 Eylül öncesi kanın sorumluluğunu bütünüyle 12 Eyülcülere yıkar belki, belki Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş 12 Eylül günahları vesilesiyle aklanacak kadar masum değildir, ama soru meşrudur. Okula başladığımda, okulun önünde iki mavi bereli asker duruyordu. İçeri girerken arama vardı. Bir ortaokuldu, Beylerbeyi'nde, köprünün ayağında (henüz ikinci köprü yok) bir semt okulu. Çocuklardan korkuyor muydu 12 Eylül? Astığına göre, korkuyor olmalı. Koridorlarda da asker gezdi bir süre. Ne için? Gözetleme. Gözetleme toplumuna geçiş dersleri gibiydi her şey. Sonradan, o günlerde Pertevniyal, Haydarpaşa ya da Kabataş gibi namlı liselerde daha vahim işler olduğunu duyduk.

Kışlaları hapishaneye, okulları bir tür kışlaya çeviren müdahale, temel marifetleri emir komuta zinciri içinde hareket etmek olan üniformalı sakinlerinin elinden çıkma bir Ankara hayalinin ürettiği bir fiildir. Fiili üreten makina, kendisine hakim olan bir ilkeyle, yapılacak/yapılmayacak komutuyla bütün toplumu işlemeye girişir.

Din dersi mecburi oldu. Seçmeliyken de alıyordum, ama almayanlar vardı. Sevgili din hocamız İsmail Hakkı Tabakçı beyin bu karardan pek de mutlu olmadığını hatırlıyorum. Neredeyse her derste Türklük ve Mustafa Kemal hakkında nutuklar dinler olduk. Mustafa Kemal'i ve Türklüğü sevmeme suçuna yatkın çocuklar mıydık da bu nutuklar atılıyordu? Haydi ben Türk değilim, safkan Türk olan çok sayıda arkadaşım benden daha az eziyet çekmiyor, daha az sıkılmıyor, daha az mutsuz olmuyordu. Bu sevgiyi emreden dersler, bitmeyen törenler ve nutuklar ne işe yarıyordu? Açıklaması şuydu o vakitler: Beyni yıkanmış vatan millet hainleri olmama işine. Her türlü muhalefetin koduydu bu: Beyni yıkanmış, vatan millet hainleri.

Hedefler büyük bir ciddiyet, inanç ve güvenle yeri ve sırası geldikçe açıklanır: Okuma yazma oranı çok düşük, arttırılacak.

Ama okumak ölümcül tehlikeler içeriyordu o yıllarda, bırakın 'tehlikeli' kitapları, en masum, hatta sağcı gazeteler bile paşaların hışmından payını alabiliyordu.

Milli gelir yükseltilecek.
Nasıl? Cevap yok. Grev yapmayın yeter.

Herkes birbirini sevecek. Ayrılık gayrılık o kötü siyasetçilerin ve siyasete bulaşan solcu/sağcı kandırılmış gençlerin, bir de onları ifsad eden sözümona aydınların işi. "Aydın" ve Siyasetçi, 12 Eylül'ün hedeflerinden biriydi. "Ne yapayım ben öyle aydını? Vahdettin de aydındı" bir Kenan Evren vecizesidir.

Evet, sevmek de emirleydi. Büyükler küçüklerini sevecek, küçükler büyükleri sayacak nakaratı, Devlet Başkanı Kenan Evren'in söyleminin öğelerinden biriydi. Nasıl? Solcu, sağcıyı sevecek. (Sağcı solcuyu milli gelir 15 bin dolara çıkınca sevebilir. Kenan Evren öyle demişti: Milli gelirimiz 15 bin dolar olursa, bizde de Komünist parti kurulabilir.) Türk, kalan Türkleri sevecek. O zaman Kürt yoktu, emir gereği. 1984 yazında Eruh ve Şemdinli'de patlayan silahlarsa şakilerin işiydi

Arabesk ikinci bir emre kadar yasaktır. Ayrıca acısız arabesk üretilecek.

Şaka değil. Hakkı Bulut acısız arabesk üretme işini üstlendi. Meraklısı ünlü 'Kıskanıyorum' parçasını internetten bulabilir. Steril, mühendislik işi bir toplum arzulayan üniformalı Ankara aklı bu garip çabaları sürdürürken, düğün salonlarında, cazlarda, pavyonlarda 'Kaşlarının arasına dom dom kurşunu değdi' diye bağırarak İbrahim Tatlıses taklidi yapan şarkıcılar eşliğinde göbek atılıyordu. Bülent Ersoy'un sahne yasağı sürerken, Zeki Müren 'Sanat Güneşi' sıfatıyla el üstünde tutuluyordu. Bülent Ersoy yasaklıydı evet, çünkü cinsel kaderini değiştirmek istemişti, paşalara sormadan ameliyat olmuştu.

Türkiye herşeyin emir komutayla çekip çevrileceğini düşünen Ankara aklıyla girdiği 1980'leri, her şeyi görünmez el marifetiyle çekip çevirmeyi arzulayanların yoğunlaştığı İstanbul'un zaferiyle bitirir. Asıl kuruluş tarihi 24 Ocak 1980 olan ANAP'ın 1989'da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni kaybetmesi, sonunun da gelmesidir; bu 1980'lerin bitişinin en büyük alametidir. Artık Ankara değil, İstanbul siyaseti belirleyecektir. Sağlamasını isteyenlere, hem ANAP'ın 1990'ların ilk genel seçiminde iktidarı kaybettiğini, hem de Recep Tayyip Erdoğan'ın 1994 yerel seçimlerinde İstanbul'a Büyükşehir Belediye Başkanı oluşunu ve sonrasındaki siyasal süreci gösterebiliriz.

12 Eylül bana kendisini lise ikide hissettirmeye başladı. Sınıfta bir vesileyle Kürtçe cümle kuran (Ne diyecek, Türkçe bilmeyen askere nasıl emir verdiklerini. 'Memo tetikê bikişîn e.' Yani, 'Memo, tetiği çek.') Milli Güvenlik dersi hocasının (binbaşı) cümleyi anladığımı anladığı için çektirdiği eziyet bu hislerden biriydi. Korkmam gerektiğini anlıyordum ağır ağır. Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nda bir kitap ararken beni polisin elinden alan sahafın uyarılarından ders almış mıydım? Evet, korkmam gerektiğini, daha da korkmak gerektiğini. İsmail Beşikçi'nin 'Doğu Anadolu'nun Düzeni'ni duymuştum, onu arıyordum; bunun adı cesaretti. Cesaretimin kaynağı da cehaletimdi sadece; yasaklı kitaplardan biri olduğunu, daha doğrusu yazarının küllen yasaklı olduğunu bilmiyordum.
Bugün Türkiye'nin uğraştığı sorunların tamamı, cumhuriyetin kuruluşundan beri var olan Kürt sorunu ve siyasal İslam dahil, 1980'li yıllardaki dönüşüm sürecinde bugüne gelen şekillerini alır. Dünüşüm sürecine 12 Eylülcüler, guguk kuşu yavrusuna benzeyen 24 Ocak kararlarının, yani neo-liberal politikaların topluma kök salmasına bekçiğili çok aşan bir enerjiyle katkı sağladılar. Bu yoldaki en büyük aygıt 1982 Anayasası oldu; ama en büyük kötülük, korkuyu toplumun genlerine sindirip, adaletin, vicdanın ve ahlakın ilgasına yol açmalarıydı. Bugün en çok aradığımız kişiler ve şeyler, 12 Eylül sürecinde kaybettirilen kişiler ve şeylerdir.

ANAP'ın iktidara gelişi, 12 Eyül generallerinin iradesi hilafınadır. Generaller, emir komutayla toplumu çekip çevirip istatistikleri düzeltmeyi umuyordu; sosyal alanlardaki ufuksuz bakışları, uzun erimli planların ustası kapitalizmin 'görünmez el'ine nasıl hizmet ettiklerini almakta zorlanıyordu belki de. Özal iktidarı, siyasal ve kültürel atmosferi özgürlükler lehine değiştirmekte çok ağır kanlı davrandı, kamusal denetimde de elini yavaş tutmayı tercih etti; buna karşılık ekonomi alanındaysa dönüşümün ivmesini çok artırdı. Bu da İstanbul'un görüntüsünü değiştirdi: Hızla yükselen kondu-apartmanlar, ticari rasyonelin (artı bir lira karın) her tür diğer değere baskın çıkmaya başladığı ağır bir rekabetçilik, ekonominin hızına yetişemeyen yargıya kendinden menkul destek kuvvet olarak çek-senet tahsilatçılığı... Liberal formül, her türden yırtıcının, yiyicinin, kapkaççının üreyeceği kendi cangılını yaratıyordu ağır ağır.

En büyük katkıları da, yine bugün Taha Akyol gibi kendisini kamilen sağda tanımlayan bir ismin dahi, "Sol olmadan olmaz. Türkiye'ye sol gerekli" diye her fırsatta söylenmesine yol açan eksikliktedir: Evet, sol yoktur. Çünkü 12 Eylül, sadece silahlı sosyalist örgütleri ya da sempatizanlarını değil, en barışçı gruplar dahil sola dair tanıyabildiği, ulaşabildiği her şeyi yok etmeyi, bunu başaramazsa sakatlamayı, bunu da başaramazsa tecrit etmeyi hedeflemiş, ne yazık ki çok ama çok ciddi ölçüde de başarılı olmuştur. Yöntemleri, tartışma gerektirmeyecek kadar basit ve zalimdir; neler olduğunu anlamak isteyenler için internette bulunan döneme ait türlü çeşit kronoljik vaka kayıtları bile yeterlidir. Solun kılcal damarlarına kadar toplumdan tasfiyesi de yetmemiştir 12 Eyülcülere, milliyetçilik söyleminde hapse tıktıkları Alparslan Türkeş'i, dini söylemde de hapse attıkları Necmettin Erbakan'ı kıskandıracak performansı sergilemişlerdir.

Kemalizm-vatan-millet edebiyatıyla iş gören bir rejimin, çalışanlarının Kemalizmi ya da vatan millet sevgisi tartışılmayacak Cumhuriyet gazetesi, (hasmı Tercüman'la birlikte) dönemin hışmından payını almıştı. Görülen tehditlerin bir kısmını sonradan gazeteciliğe başladığımda, o dönem çalışan meslek büyüğü gazetecilerden öğrendim. Cumhuriyet gazetesinin ama bir rolü daha vardı o günlerde. Bir tür işaret fişeği, bir alametti: Katlanıp cebe konur, koltuk alına alınır ya da kitaplara sarılırdı. 'Cum' yazısının görünmesine özen gösterilirdi. Hoş, zaten siyah beyaz haliyle bütün gazetelerden ayrılırdı. Sonradan bu manzarayla çok alay edildi. Ama alay edenlerin unuttuğu bir şey var, Cumhuriyet'i öyle taşımak sadece bir gösteri/gösteriş meselesi değildi. Bir benzerini arama arzusunun dışa vurumuydu. Çok çok azdı çünkü. Bir cesaret işiydi de ayrıca, en azından darbe sonrası ilk üç yıl böyleydi kesinlikle. Yine o dönem cepte taşınan mizah dergisi Gırgır, 12 Eylül yasaklarından payını alan bir başka yayındı.

Bu uzun, etkileri bugüne kadar gelen çok uzun günden dem vururken, dünyaya kısa bir bakış atmak yararlı olacak: Dünya, Amerika ve Sovyetler diye iki kutba ayrılmıştır; bu ikisi doğrudan birbirine ateş etmediği için 'Soğuk Savaş' diye adlandırılan dönem hüküm sürer gibidir. Amerikalılar, sekiz yıl boyunca ülkelerini yönetecek (bugünkü neokonların atası diyebileceğimiz) eski artist Ronald Reagan'ı başkan seçmiştir. İran bir yıl önce Amerikalıların en büyük müttefiklerinden Şah'ı, Şii İslam ulemasının başını çektiği bir devrimle kovmuştur. Saddam'ın yönettiği Irak, kısa bir süre sonra İran sınırını geçerek uzun ve kanlı bir savaş başlatmıştır. Sovyetler Birliği Afganistan'da, Amerikan destekli Müslüman direnişçilerin ateşi altında bocalayıp dursa da yıkılmaz bir tiranlık gibidir. Türkiye'de irili ufaklı sayısız sol, sosyalist, komünist örgüt -işçi yapılanmalarının da eşliğinde- sosyalist devrim yapma hayali ve savaşı içindeyken, Polonya'da işçi lideri Walesa önderliğinde Dayanışma Sendikası kurulmuştur, hedef, Sovyetlerin vesayetindeki 'komünizm'in yıkılışıdır. 1980'ler biterken, dünyanın manzarası da tersine dönmüş gibidir: Berlin duvarı yıkılır, Sovyetler dağılır, İran-Irak savaşı biter vs. vs.

Mini bir kronolji
12 Eylül 1980: Ordu darbe yaptı, yönetim beş generalin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi'ne geçti. Kadro şöyle: Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun. Bu heyet 18 Eylül'de yemin etti.
600 üyeli TBMM'nin yasama ve yürütme yetkisi bu beş kişiye geçti.
Artık, “ikinci bir emre kadar” her şey yasaklanmıştı. İnsanlık, vicdan, adalet, ahlak dahil.

16 Eylül 1980: Bütün grev ve lokavtlar ertelendi. Elbette bir daha hiç geleyecek ikinci bir emre kadar. 1000'e yakın sendikacı teslim oldu. Grevdeki 50 bini aşkın çalışan işbaşı yaptı. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) yöneticilerinin akşam saat 18.00'de teslim olmaları çağrısı yapıldı. 12 Eylül'ün en ünlü çağrısıdır bu: Teslim ol. Bütün Türkiye'nin teslim olması isteniyordu, zamanla anlaşıldı.

17 Eylül 1980: Gözaltı süresi biraz uzatılarak 90 güne çıkarıldı.O dönemde gözaltına alınıp hala salınmayanlar var. Örneğin Hayrettin Eren.
19 Eylül 1980: Ünlü 1402 sayılı yasada değişiklik yapıldı. Buna göre sıkıyönetim komutanları, istediği kamu personelini gerekçe göstermeden görevden alabilecekti. Gerçi görevden alınan alınmış zaten, ancak 12 Eylül, kendilerinden sonra, çok sonra gelecek iktidarlara da bir iyilik yapmak istiyordu; kararın ruhu yaşar halen.

21 Eylül 1980: Yürütmeye sivil bir vitrin eklendi: Emekli olduğu için üniforma giymeyen oramiral Bülend Ulusu başkanlığında bir (44.) hükümet kuruldu. Soyadındaki d harfi sayesinde "Bülent" ve "Bülend" isimleri karışmamış oluyordu. Nedeni zamanla anlışlacaktı.
24 Ocak Kararları'nın mimarı, Demirel'in eski müsteşarı Turgut Özal, ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görev yapacaktı. ANAP kurulmuş oluyordu böylece; müdahalenin asıl nedeni de alenileşiyordu.

7 Ekim 1980: Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu idam edildi.

11 Ekim 1980: Alparslan Türkeş dahil 36 MHP'li (Milliyetçi Hareket Partisi) hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi. (Askeri mahkeme kararıyla)

15 Ekim 1980: Necmettin Erbakan ve MSP'liler (Milliyetçi Selamet Partisi) tutuklandı. (Yine askeri mahkeme kararı)

30 Ekim 1980: Bülent Ecevit, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanlığı'ndan istifa etti.

10 Kasım 1980: Sosyalist kitaplar basan Onur Yayınlarının Sahibi İlhan Erdost, cezaevine götürülürken askeri araçta dövülerek öldürüldü. Ağabeyi Muzaffer, kardeşinin adını adına ekleyerek bugüne kadar yaşattı. Kardeşleri öldürmek ya da kaybetmek, kardeşliği öldürmeyi hedefleyen 24 Ocak kararlarının ruhuna uygun biçimde, 12 Eylülcülerin daimi hedefi oldu, hala da öyle.

3 Aralık 1980: Bir çocuk asıldı. Erdal Eren, 17 günlük bir yargılamadan sonra idam edildi.17 yaşındaydı. "Çocuklarınıza sahip çıkın" diyordu rejim, yoksa, sonu belli. 2000'lerin sonuna doğru bazı valiler bu cümleyi tekrar etti. 12 Eylül demek, korku bombasını ailelerin içinde patlatan bir rejimdir; her evde bir 12 Eylül kurulmasını da istedi, başarısız da sayılmaz ne yazık ki.

19 Aralık 1980: DİSK davası başladı.

27 Aralık 1980: Toplu iş sözleşmesi dolan işyerlerinde, yeni toplu iş sözleşmesiyle ilgili yetkiler, kurulan yüksek hakem kuruluna verildi. Yüksek kurul tarlasına ilk tohumlar o dönem atıldı. Şimdi kaynıyor ortalık. "Siyasetsiz devlet" hedefine doğru cince bir fikirdir.

24 Nisan 1981: MSP'lilerin yargılanmasına başlandı. Erbakan için 14-36 yıl hapis isteniyor.

29 Nisan 1981: Toplam 587 sanıklı MHP ve ülkücü kuruluşlar davasında Türkeş dahil 220 sanık hakkında idam istendi. MHP ve ülkücülerin giyotinden önce düşündüklerini, yaptıklarını askerler yapıyordu artık nasıl olsa.

2 Haziran 1981: Konsey ünlü kararlarından birini aldı. Bir dizi yasak getiren 52 no'lu karara göre, yasakların tartışılması ve eleştirilmesi de yasaktı. Yürürlükten kalktığını söyleyebilir miyiz bunun?

5 Haziran 1981: Cevdet Karakaş idam edildi. 21 yaşındaydı.

6 Haziran 1981: TİP Başkanı Behice Boran ve TÖB-DER Başkanı Gültekin Gazioğlu Türk vatandaşlığından çıkarıldı.Vatandaşlıktan çıkarma işleminin prosedürü basitti: Yurt dışına çıktığı anlaşılanlar yurda “davet” ediliyor, sonra da vatandaşlıktan atılıyordu. Vatandaşlıktan çıkarma, insanlıktan çıkarma işleminin uygulanamayacağı kişilere karşı etkili bir yoldur sanıyorlardı.

10 Haziran 1981: Yine idam. Veysel Gürsoy, 23 yaşında...

13 Haziran 1981: Dönemin en ünlü yasaklarından biri: Bülent Ersoy ikinci bir emre kadar sahneye çıkamayacak. 12 Eylül kimin cinsiyetinin ne olması gerektiğine de karar veren bir tür üst kuruldu da.

26 Haziran 1981: Askeri mahkemede DİSK Başkanı Abdullah Baştürk ve 51 yönetici için idam talep edildi.
22 Temmuz 1981: Kenan Evren, Erzurum'da konuştu. İlk ve ortaokullarla liselerde din dersinin zorunlu olacağını ilan etti.

24 Temmuz 1981: Erbakan tahliye edildi.
29 Temmuz 1981: Lady Diana, Prens Charles ile evlendi; düğün bütün dünya televizyonlarında naklen yayınlandı. Türkiye'de düğün saatinde sokaklar boşaldı. Hem bu küresel düğün çekmişti insanları televizyon başına, hem de Türkiye'nin ilk renkli televizyon yayını yapılmıştı.

15 Ağustos 1981: Dev-Sol Davası başladı. 141 idam istendi.

12 Ekim 1981: Bülent Ecevit, dört konuşması nedeniyle yargılandı. 6 bin kişinin girmek için başvurduğu Danışma Meclisi üyeleri MGK tarafından açıklandı.

15 Ekim 1981: Bütün siyasi partiler “resmen” de kapatıldı. Malvarlıklarına el konuldu. Malvarlığına el koyma da sık duyulan bir sözdü. Bu söz, cumhuriyetin ve öncesinin tarihine de uygundur. Halen de uygun. Devlet verir, devlet alır; devlet tabii ki vermese de alır.

23 Ekim 1981: Evren ve arkadaşlarının üyelerini seçtiği Danışma Meclisi ilk toplantısını yaptı. Bu sırada genel seçimle seçilmiş 31 milletvekili tutukluydu. 2011'de de tutuklu milletvekilleri var, "Ne ilgisi var" diyenlere, "Haklısın, yok!" deyip geçelim.

26 Ekim 1981: Nazlı Ilıcak siyasi partilerin kapatılmasını eleştiren iki yazı yazdığı için, Tercüman Gazetesi süresiz kapatıldı. "Süresiz kapatma" demek, paşaların paşa gönlü istediğinde açması demekti.

2 Kasım 1981: Bülent Ecevit, MGK'nın cep anayasası niteliğindeki 52 numaralı kararını dört ay hapis cezasına çarptırıldı.
6 Kasım 1981: 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası yürürlüğe girdi. Yükseköğretim o gün bugündür düştükçe düşer.

3 Aralık 1981: Ecevit hapiste.

20 Aralık 1981: Dönemin en ünlü ekonomik aktörleri haline gelmiş olan bankerler birbiri ardına ortadan kaybolmaya başladı. MGK çözümü hemen buldu: Bankerlere ilişkin haberlerin verilmesi yasaklandı. Kural hala geçerli değil mi? Soyulana dair haberler için üçüncü sayfa var, soyanlara dair haberler hemen hemen yasak.

15 Mart 1982: Devlet Bakanı İlhan Öztrak açıklıyor: Uluslararası Af Örgütü'nün 60 işkenceyle ölüm iddiasından 15'i doğru. Eh, sadece 15 ise iddia, neden kabul edilmesin ki?

24 Mart 1982: Cadde, sokak, meydan ve parklara 12 Eylül öncesinde verilmiş, 'milli birlik ve bütünlüğümüzle bağdaşmayan' isimlerin derhal değiştirilmesini emreden genelge çıktı. Dağın taşın kurdun kuşun ismini değiştirme geleneği bu dönemde en sevilen lengüistik devlet sporuydu.

10 Nisan 1982: Ecevit yine hapiste.

17 Mayıs 1982: Barış Derneği davası başladı. 30 sanık hakkında 8 yıldan 30 yıla kadar hapis istendi. Bu, kitle davaları yoluyla muhalefet öğütme işlemi 12 Eylül'de sandıktan çıkarılıp parlatılmış bir devlet işlemidir; makina işliyor halen.
18 Mayıs 1982: Diyarbakır Cezaevi'nde dört PKK tutuklusu, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganı eşliğinde kendilerini yaktı. Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık'ın bu eylemi, hem dönemin Diyarbakır Cezaevi'nin koşullarının ne kadar insanlık dışı olduğunun göstergesidir hem de 12 Eylül yöneticilerinin yasak ve baskılarla yok saydıkları Kürt varlığının yakında nasıl patlayacağının alametidir.
21 Haziran 1982: Bankerlerin şahı Banker Kastelli kaçtı. Fakirlerin paraları zaten uçmuştu, hep uçar ya.

13 Temmuz 1982: Yeni anayasa tasarısı, yani gelecek planı açıklandı. Dar bir elbise lazımdı topluma, Evren, "Önceki anayasa bol geldi" demişti zaten evvelinden.

14 Temmuz: Turgut Özal hükümetten istifa etti.

4 Eylül 1982: Askeri savcı, 10 DİSK uzmanı için idam istedi.

19 Ekim 1982: 186 idam talepli ana Dev-Yol davası başladı.

7 Kasım 1982: Yeni Anayasa için halk oylaması yapıldı. 16 milyon 945 bin 545 'Evet', 1 milyon 584 bin 661 'Hayır'oyu çıktı. Kenan Evren de bu oylamayla yedi yıllığına cumhurbaşkanı oldu. MGK'nın diğer üyeleri Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri oldu.
25 Kasım 1982: 'Sayın muhbir vatandaşlar' mevzuat korumasına alındı: Muhbir güvenliğine ilişkin bir genelge yayımlandı. Ankara'da darbenin ilk yılında 20 bin 921 ihbar yapılmış, bunun üzerine 18 bin 525 kamu görevlisi işlem görmüştü.

1983

Zülfü Livaneli'nin 'Ada'sı yılın siyasi/kültürel olayı niteliğindeydi.


24 Nisan 1983: Siyasi Partiler Yasası çıktı.

20 Mayıs 1983: Anavatan Partisi (ANAP) kuruldu, yane tabelası asıldı.

1 Temmuz 1983: Evren, Genelkurmay Başkanlığını Kara Kuvvetleri Komutanı'na devretti.

6 Kasım 1983: Sadece üç partiye izin verilen seçimler yapıldı. Turgut Özal yönetimindeki ANAP yüzde 45.1 oyla sürpriz (!) biçimde birinci çıktı. Necdet Calp'in yönettiği Halkçı Parti (HP) yüzde 30.4 ile ikinci oldu. Evren ve arkadaşlarının silah arkadaşı, emekli paşalardan Turgut Sunalp'ın çok güvendiği MDP'si hayal kırıklığına uğradı: Yüzde 23..
Sunalp, işkencehanelerdeki “cop sokma” iddialarına verdiği şu yanıtla, 12 Eylül tarihindeki güzide yerini aldı: “Niye öyle yapalım, elimizde taş gibi delikanlılar var.”

Seçime girmek isteyen 15 siyasi partiden 12'si, 750 kurucu adaydan 435'i, 1682 milletvekili adayının 672'si veto edilmişti.
Erdal İnönü ve onun genel başkanlığında kurulan Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) de veto yemişti.

1984:

2 Ocak 1984: Katma Değer Vergisi (KDV) deneme amaçlı olarak başlatıldı. "Katma değeri bize ver, biz de çar çur edelim" mealindeki kanun, hayli espri yaratılmasına yol açtı. Ağlamanın yerini tutar gülmek ya...

6 Ocak: Türk Parasını Koruma Kanunu değişti, döviz taşımak suç olmaktan çıktı.

25 Şubat: Ferit Edgü'nün 'O' adlı romanından uyarlanan 'Hakkari'de Bir Mevsim'in gösterimi engellendi. Film beş yıl sonra gösterilebildi.

15 Ağustos 1984: PKK'nın silahlı elemanları Şemdinli/Eruh'u bastı.

25 Ekim: Son idam. Hıdır Aslan Bursa'da cezaevinde asıldı.

1985:

1 Ocak 1985: KDV'li dönem resmen başladı.
Bu yıl içinde Ahmet Kaya'nın ilk albümü çıktı. Adı manidar: Ağlama Bebeğim. Ahmet Kaya, 'Acılara Tutunmak'ı da aynı yıl çıkardı.

10 Ocak 1985: TRT'de, “Türkçenin yapı ve işleyişine ters düştüğü” gerekçesiyle çok sayıda sözcüğün kullanılması yasaklandı: Anı, devrim, özgürlük, ulus, eleştiri, etkinlik yasaklanan sözcüklerden bazıları...

4 Şubat 1985: Turgut Özal, Türkiye'nin çok nadir yaptığı bir işe imza attı. Özal, Cezayir ziyaretine gitti ve Türkiye'nin Cezayir'in bağımsızlığını tanımamasının hata olduğunu söyledi. Türkiye bir konuda özür diliyordu.

26 Şubat 1985: Tarık Akan, 'Pehlivan'daki rolüyle Berlin'de jüri özel ödülü kazandı. Gidemedi, çünkü pasaport verilmedi.

16 Mart 1985: Peter Ustinov'un, Yaşar Kemal'ın romanından çektiği 'İnce Memed'inin Türkiye'de gösterimi yasaklandı. Sivil iktidar, askerin yasakçılığını aratmıyordu.

18 Mart 1985: Bankaların televizyonda yayın yapma yasağı kaldırıldı.

26 Mayıs 1985: Ankara Sıkıyönetim Komutanı, Bilim ve Sosyalizm Yayınları'na ait 135 bin civarında kitabın imhasını emretti. Bu ünlü emrin dışındaki imhaların sayısını kestirmek imkansız. Milyonlarca kitabın imha edildiğini öne sürmek hiç abartılı olmaz. Gözaltına alınan yüzbinlerce kişinin, kapatılan onbinlerce dernek ve kuruluşun, kapısına kilit vurulan çok sayıda yayınevinin kitapları da aynı darbeci özeni gördü çünkü.
7 Haziran 1985: TRT, Meclis dışındaki partilerin faaliyetlerini haber yapmama kararı aldı.  Zamanla bütün basın bu kararı alacak ise, kökleri bu tarihtir.

11 Haziran 1985: Pişmanlık Yasası yürürlüğe girdi. Takip eden 1,5 yıl içinde 497 başvuru oldu. Bunlardan 29'u geçerli itiraf sayıldı. Böylece, özellikle 90'lı yıllardaki karanlığın önemli figürlerinden itirafçı ordusu yaratılmaya başlandı. Darbecilerden ve yardakçılarından pişman olan yok hala.

12 Haziran 1985: Polisin yetkilerini olağanüstü artıran tasarı yasalaştı. O gün bugündür artıp duruyor yetkileri.

8 Temmuz 1985: ABD Başkanı Ronald Reagan, İran, Libya, Kuzey Kore, Nikaragua ve Küba’yı “terörist ülkeler konfederasyonu” diye tanımladı.

13 Temmuz 1985: Köy muhtarlarından, yurttaşların "siyasi temayülü" ve "ideolojik durumu"nu gösterecek belgeler istendi; muhatap jandarma karakolları

22 Ağustos 1985: Büyük şair, 'İkinci Yeni' akımının öncü isimlerinden Turgut Uyar öldü

20 Eylül 1985: Operacı, halk müziği yorumcusu Ruhi Su öldü. Ruhi Su, tedavi için yurtdışına gitmek istemiş, ancak kendisine pasaport verilmemişti. Ruhi Su'nun cenazesini, hala devam eden 12 Eylül ikliminin ağır havasına rağmen 10 binler uğurladı.

1986

13 Ocak 1986: İşkenceye cezanın arttırılması ve sorguda avukat hazır bulundurulması önerisi TBMM tarafından reddedildi.

28 Ocak 1986: Amerikan uzay mekiği Challanger kalktıktan 72 saniye sonra patladı. Mekikteki yedi kişi can verdi.

8 Şubat 1986: Balıkesir'de 5 bin işçi yürüdü. Bu 12 Eylül sonrası ilk sınıf eylemi.

6 Mart 1986: Muzır Neşriyat Yasası çıktı; sansür tartışması başladı. Peşinden dergilerin, kitapların poşete konulması, toplatılması vs. gibi uygulamalar başladı. Ahmet Altan, Haydar Dümen, Pınar Kür gibi yazarlar ilk mağdurlar arasındaydı.

26 Nisan 1986: Çernobil patladı. Dünya kazayı 30 Nisan'da öğrendi. O dönem Sovyetler Birliği'ne bağlı olan Ukrayna'nın Kiev kentindeki nükleer santralda meydana gelen kaza bütün Avrupa'yı etkiledi. Bugün Karadeniz'deki kanser vakalarının altında bu kazanın yattığı inancı çok güçlüdür. O dönem radyoaktivitenin insanları etkilememesi için her ülke kendince tedbir almıştı; Türkiye hariç. Avrupa ülkeleri Türkiye'den fındık alımını durdurdu, çayda radyasyon olduğu açıklandı. Bizim yöneticiler, “Batı tezgahı. Radyasyon yok, varsa da kaynatınca geçer” dedi.
15 Aralık 1986: Olimpiyat şampiyonu halterci Naim Süleymanoğlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçti.

1987

14 Şubat 1987: Dersim sürgünü bitmemiş! Tunceli'deki 234 köyde yaşayan yaklaşık 50 bin kişinin Antalya, İzmir ve Muğla'ya yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Dayanak, Orman Kanunu'ydu; şaka değil, 6931 sayılı Orman Kanunu'ndan bahsediliyor.
22 Şubat 1987: Andy Warhol öldü.

24 Şubat 1987: Sovyetler Birliği lideri Gorbaçov, “glastonst” (açıklık) politikasını ilk defa dillendirdi. Türkiye, kendisine demokrat sanan bir devlet olarak, bunu beğendi.

4 Mart 1987: Turgut Özal, kalp ameliyatı olduğu ABD'deki hastanedeyken, uydu aracılığıyla Bakanlar Kurul toplantısına başkanlık etti. Uzaktan kumandalı hükümetler çağı için teknoloji iyi bir nimet, hep öyle oldu.

7 Nisan 1987: MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası bitti. Türkeş'e 5 yıl 11 ay 8 gün hapis cezası verildi.
8 Mart 1987: Kadın Çevresi Yayıncılık, Feminist adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Yazarlar: Ayşe Düzkan, Handan Koç, Minu, Defne, Filiz k., Serpil, Gül, Sabahnur, Vildan, Stella Ovadis


14 Nisan 1987: Türkiye, AB'ye üyelik başvurusu yaptı. O zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğuydu. Halen de kapıda durup duruyor.

22 Nisan 1987: SHP'de programın Kürtçeye çevrilmesini isteyen Turgut Atalay disiplin kuruluna verildi.

29 Haziran 1987: Cem Karaca Türkiye'ye döndü.

5 Temmuz 1987: Profesör İdris Küçükömer öldü. Askerin, darbenin, devletin ne demek olduğunu bilen, anlatmaya çalışan nadir isimlerden biriydi.

14 Temmuz 1987: Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kuruldu.

22 Ağustos 1987: Özal, Bursaspor, Antalyaspor, Kocaelispor ve Diyarbakırspor'un birinci lige alınması emrini verdi. Futbol ve siyaset iyi iki kardeş değil mi?

6 Eylül 1987: Demirel, Ecevit, Erbakan gibi eski siyasi liderlerin siyaset yasaklarının kalkmaması için halkoylaması yapıldı. %49'luk 'hayır'oyuna karşılık, %51'lik 'evet'oyu çıktı.

29 Kasım 1987: Genel seçimler. ANAP'taki erime belirginleşiyor; yine birinci parti ama oyu yüzde 36.31'de. İkinci SHP, oyu 24.74 ve üçüncü DYP oyu 19.14. Bu seçimde Ecevitlerin DSP'si yüzde 8.53, Erbakan'ın RP'si yüzde 7.16'da... Kapitalizme hizmette ayak değiştirme vaktinin yaklaştığını gösterir bu seçimler.

11 Aralık 1987: Tiyatro ve sinema sanatçısı Adile Naşit öldü.

26 Mart 1989: Erdal İnönü'nün SHP'si yerel seçimlerde yüzde 28.69'la (il genel meclisi oranı) birinci parti oldu; Demirel'in DYP'si 25.13'le ikinci, Özal'ın ANAP'ı yüzde 21.8'le üçüncü. RP ve DSP yüzde 9'larda.

9 Kasım 1989: Yeni cumhurbaşkanı Turgut Özal. Kenan Evren artık özgürce resim yapabilecekti. Marmaris'e çekildi. Resimlerine dönemin TÜSİAD üyesi ünlü iş insanları müşteriydi. Beğenilerinin sanatsal mı siyasal mı yoksa iki alanda birden bir düzey uygunluğu sorunu mu olduğunu tartışmak gerekir mi bilinmez.

24 Aralık 1991: Genel seçimler, 1980'lerin bittiğini açıkça ortaya koydu: Birinci parti yüzde 27'yle Demirel'in DYP'si, ikinci parti yüzde 24'le Mesut Yılmaz'ın ANAP'ı, üçüncü parti yüzde 17'ye yakın oyuyla Necmettin Erbakan'ın Refah'ı. Ecevitlerin DSP'si yüzde 7'de... Bu seçimde Kürt partisi DEP, SHP'yle, Türkeş'in Milliyetçi Çalışma Partisi (sonradan tekrar MHP olacak) ise Refah'la birlikte sandığa gitti.
(19 Aralık 2010, Radikal)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni